
Hasan Ünsî Halvetî Hz.’nin Türbesi-Cağaloğlu/İSTANBUL
ACEM AĞA CAMİİ’NDEKİ MÜNKİRLER
İstanbul’da bir ara, Acem Ağa Camii’nin odalarını mesken tutan ve tasavvuf münkiri olan bir kısım cahil kimseler vardı. Bunlar tasavvuf ve Allah dostlarına olan düşmanlıklarını o dereceye getirmişlerdi ki, Hasan Ünsî Halvetî Hazretlerine karşı saygısız ve edepsizce hareketlerde bulunmaya başlamışlardı.
Bir gün bir grup münkir geldiler ve içlerinden birisi yine Hasan Ünsî Efendi’nin yüzüne karşı saygısızca sözler söylemeye başladı. Hasan Efendi bunlara önce yumuşak bir şekilde sözle nasihatlarda bulundu. Fakat bu nasihatların hiç faydası olmadı. Aksine saygısız ve edepsizce hareketlerine devam ettiler. Bunun üzerine Hasan Ünsî Efendi gayet celallenerek;
-Siz bize ve tarikatımıza nice olmaz sözler söylersiz. Ve tarikatı inkar edip ehl-i tariki eza ve cefa eylersiz. Ve katledelim dersiz. Ya biz sizi kor muyuz?, diye buyurdu.
Bu söz üzerine o münkirlerin elebaşılığını yapan biri derhal yere yığılıp vefat etti. Onu gören diğerleri çok hayret edip büyük korkuya kapıldılar.
Fakat korkuları fayda etmedi, Hasan Ünsî Efendî gibi bir evliyaya yaptıkları bu eza ve cefanın cezasını kısa zamanda birer birer değişik yerlerde vefat ederek ödediler. Öyle ki, en sonunda Acem Ağa Camii onlardan tamamen temizlenmiş oldu.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
TELLAK OLAN EVLAT
Hasan Ünsî Halvetî Hazretleri irşada başladıkları sırada evli değildi. Daha sonra etrafındaki dostları aracı olarak onu bir hanımla evlendirdiler.
Bu evlilikten o hanımı hamile kaldı ve hamile olduğunu karnından belli oldu. Hanım talebelerinden biri onun hanımının hamile olduğunu fark edince, Şeyhi Hasan Ünsî Efendi’nin huzuruna girip bu hamilelikten dolayı çok sevindiklerini ve Allah’a hamd ettiklerini söyledi.
Hasan Ünsî Efendi o hanım talebesinin bu sevinci karşısında,
-N’olaydı zuhur etmeye idi, n’olaydı teehhül etmeye idim (evlenmeyeydim). Musibete hamd olur mu?, diye hiç beklemediği, hayret verici bir cevap verdi. Yüzünde de celal ve üzüntü işaretleri göründü.
Şeyh Hazretlerinin bu sözü talebeleri arasında yayıldı ve hanımının karnındaki çocuğun hayırsız biri olacağına yordular. Nitekim Hasan Efendi bundan sonra çocuğun doğumuna kadar çoğu vakitlerde mahzun ve celalli bir halde oldu.
Günü gelince doğum gerçekleşti ve bir hanım, Hasan Efendi’ye bir kızı olduğunu müjdelemeye gelince ona, ‘O kızı olacağına bir taş doğursaydı daha iyi olduğu’ şeklinde üzüntüsünü dile getirdi. Sözde müjde için gelen kadın çok hayrette kaldı, bu sefer ‘Yeni çocuğun adını ne koyalım?’, diye sual etti.
Hasan Efendi de ona;
-Bana öyle evlat gerekmez. Ne koyarsanız koyun!, diye cevap verdi.
Pîr Osman Dede o çocuğun adını Fatma koydu. Fakat Şeyh Hasan Efendi üzüntüsünden bu çocuğun hiç adına anmaz ve huzuruna da almazdı. Nitekim çocuk biraz büyüyünce onda kötü ahlak kendini göstermeye başladı. Dergahındaki saliha bacılar o kıza çok nasihatlar ettiler ve terbiye etmeye çalıştılarsa da, fayda etmedi. Kendi başına hareket edecek hale gelince de, bir gün evden firar edip ayrılıverdi.
Ayrıldıktan sonra bir hamamda tellak olarak çalışmaya başlamıştı. Hasan Ünsî Efendi bunu duyunca onu evlatlıktan reddetti. Aradan yıllar geçip bir gün, Hasan Efendi vefat etti. Fatma adındaki bu kızı babasının vefat haberini alınca, mirastan payını almak dergaha geldi ve orada yaptığı çirkeflik ve kavgalarla herkesi rahatsız etti.
Hasan Efendi kerameti ile o çocuğun hayırsız biri olacağını görmüş ve yıllarca onun üzüntüsünü çekmişti.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
HAYDUTLARIN BASKINI
Hasan Ünsî Halvetî Hazretleri’nin Mehmet adında bir talebesi, Rumeli tarafına hizmet için bir sefere gitmişti. Fakat bu seferden bir kervanla beraber dönerlerken, bir orman kenarında eşkiyaların saldırısına uğradılar.
Eşkıya kervandaki bazı insanları öldürüp mallarını almaya başlamışlardı. Mehmet Efendi de bir köşede kendisini kim öldürecek diye beklemeye başlamıştı. Bu sırada Şeyhi Hasan Efendi aklına geldi. O anda Hasan Efendi ona göründü ve oradaki dağın arka tarafına gitmesini işaret etti.
Mehmet Efendi Hasan Efendi’nin peşinden yürüyerek eşkiyanın arasından geçip dağa çıktı ve dağın öbür tarafına doğru yürüdü. Hasan Efendi daha sonra gözden kaybolmuştu. Dağın öbür tarafında çadırlar görünce, çadırdaki insanların yanına gidip bir çeyrek saat önce eşkıya baskınına uğradığını anlattı. Çadırdakiler de eşkıya baskını olarak anlattığı yerin, oraya üç saatlik bir mesafede olduğunu söyleyerek ona inanmak istemediler.
Mehmet Efendi onlara Hasan Efendi’nin görünüp yardım ettiğini bahsetmemişti. Daha sonra o insanlarla beraber selametle İstanbul’a vasıl oldu.
Dergaha varıp Hasan Efendi’yi ziyaret ettiğinde Hasan Efendi ona ‘Deveye gördün mü?’ diye bir cümle sarfetti. Oradaki diğer talebeler bu cümleden bir şey anlamadılar. Ne kadar sual ettilerse de, bu meseleyi diğer talebelere anlatmadı.
Tâ ki, Hasan Ünsî Efendi vefat ettikten sonra bazı talebeler bu meseleyi tekrar sual ettiler. Mehmet Efendi de Şeyhi vefat ettiği için eşkıya baskınında Hasan Efendi’nin manevi yardımını onlara anlattı.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
HAMAM YAPARKEN YAPILAN HATA
Hasan Ünsî Halvetî Hazretleri’nin İbrahim adındaki bir talebesinin hamama gittiği zaman bir adeti vardı ki, hamama her gittiğinde orada bir kap suya üç ihlas ve bir fatiha okuyup onu tepesinden aşağı döküyordu.
Bu talebesi bir gün bir rüyasını arzetmek için Hasan Ünsî Efendi’nin yanına gidince, Hasan Efendi ona, hamama gittiğinde suya ihlas ve fatiha okuyup üzerine dökme işini bir daha yapmamasını, çünkü üzerine ayetler okunmuş suyun bu şekilde ayaklar altına düşeceğini, bunun caiz olmayıp günah olduğunu söyledi ve onu bu işten menetti.
Talebesi de hayretler içinde kaldı çünkü bu yaptığı adetini kimseye haber verip bildirmemiş idi. Büyük bir merak içinde hocasına;
-Sultanım bunu ben müddeti ömrümde kimseye söylemedim. Kimsenin haberi yoktur. Bunu size kim söyledi?, diye sual etti.
Hasan Ünsî Efendi de;
-Bir gönül ki, Cenab-ı Hakk’ın hazinesi ola. Ol gönül Hakk’tan haber verir. Ol gönülün görmediği ve bilmediği olmaz, diye cevap verdi.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
SIDKÎ ABDULLAH EFENDİ
Hasan Ünsî Halvetî Hazretleri’nin Abdullah Efendi adında, halleri ve manevi derecesi yüksek, güzel sohbet eden, hatta “Sıdkî” lakabı ile bilinen bir talebesi vardı. Hasan Ünsî Efendi bir gün dergahında sohbet ederken, dışarıdan bu talebesi içeri girmek üzere idi. Hasan Efendi onu görünce sanki daha önce tanımıyormuş gibi; o gelenin kim olduğunu sordu ve onu bir kadı geliyor zannettiğini beyan buyurdu.
Dergahta bulunan talebeler de bu duruma hayret ettiler ve onun Sıdkî Abdullah Efendi olduğunu söyleyince, tekrar onu “kadı zannettiğini” söyledi.
Aradan zaman geçti ve bir gün bu Abdullah Efendi ile beraber Saatî Derviş Ahmet Ağa adındaki bir talebesi Hasan Ünsî Efendi’ye müracaat ederek kendilerine tarikatta halifelik vermesini talep ettiler. Hasan Efendi onlara halifelik verebileceğini fakat onlara bazı kusur ve eksiklerinin olduğunu işaret edip halifelik vermedi.
Birkaç ay gibi bir müddet geçmişti ki, Hasan Ünsî Efendi onları çağırarak kendilerine halife olarak vazifelendirip Saatî Ahmet Efendi’yi Sinop’a, Abdullah Efendi’yi de Kırım’da Kefe isimli memlekete gitmesini emir buyurdu.
Saatî Ahmet Efendi annesini ve bazı şeyleri bahane edip bu emre muhalefet ederek Sinop’a gitmedi. Abdullah Efendi ise, Kefe’ye gidip orada halife olarak vazife yapmaya başladıysa da ne var ki, daha sonra, o da, bazı şeyleri bahane ederek, vazifesini orada bir başkasına bırakıp Kefe’den İstanbul’a geri döndü.
İstanbul’a döndüğünde, Şeyhi Hasan Efendi’yi ziyaret etti. Hasan Efendi ona neden geldiğini sorunca bahane mahiyetinde bazı şeyler söyledi. Fakat Hasan Efendi celallenerek onun bahanesini kabul etmedi. Abdullah Efendi bu sebeple dergahtan çok üzgün bir şekilde ayrıldı.
Devlet kademesinde tanıdık ve ahbabı çok olduğundan, bir gün onun kadı olarak bir yere görevlendirildiği ortaya çıktı.
Hasan Efendi’nin uzun zaman önce, ortada hiçbir sebep yok iken ona “Kadı zannettim” demesinin sırrı bu şekilde ortaya çıkmış oldu.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
YAYCI DEDE’NİN AKİBETİ
Hasan Ünsî Halvetî Hazretleri’nin dergahına ve sohbetine devam eden Yaycı Dede adında bir derviş vardı. Fakat bu dervişin gönlü çok oynak idi. Hasan Ünsî Efendi’ye teslimiyeti olduğu halde dışarıda Şeyh kılığında kimi görse ona aşırı itibar edip ilgi gösteriyor, hatta dergaha geldiğinde de, Hasan Efendi’ye yeni gördüğü bir başka zatı methediyordu.
Hasan Efendi de, çeşitli defalar Yaycı Dede’nin de hazır bulunduğu sohbetlerinde, dervişin teslimiyetinin sadece kendi şeyhine olması gerektiğini, gönlünün çatal olmaması gerektiğini, hatta dünya şeyh dolu olsa, feyz ve kurtuluşunun kendi şeyhinin elinde olduğuna itikat etmesi gerektiği şeklinde ikazlarda bulundu. Sohbet oradaki topluluğa yapıldığı halde hedefi Yaycı Dede idi.
Yaycı Dede bunları hiç üzerine alınmadı ve ikazları dikkate almayınca, Hasan Efendi bir gün artık açık açık Yaycı Dede’ye hitaben gittiği yolun yanlış olduğunu, son pişmanlığın fayda etmeyeceğini, bir bektaşî gibi hevasına tabi olup, şeriata ve sünnete aykırı işler yapmaktan şiddetle sakınması gerektiğini ihtar etti.
Fakat o, aynı şekilde başka başka yeni gördüğü değişik zatların peşinde koşuyor ve gelip şeyhine bir de o zatların methini yapmaya devam ediyordu. Hatta, en sonunda bir gün, yanında siyah sarıklı bir zatı alıp Hasan Efendi’nin huzuruna getirdi. Öyle ki, Yaycı Dede, şeyhinin huzurunda yeni getirdiği Şeyh’e aşırı itibar gösterip ona hizmet ediyordu.
O şeyh oradan ayrılıp gittikten sonra Hasan Efendi, Yaycı Dede’ye;
-Senin gönlünde onun muhabbeti bizden ziyadedir. Bize eylediğin muhabbet taşra (dışarı) çıkmıştır. Senin muhabbetin ve talebin kande (nerede) ise huzurun ondadır, deyip talebi nerede ise oraya gitmesini buyurdu. Bu acı sözler üzerine Yaycı Dede de çok üzüldü.
Bu hadiseden birkaç gün sonra Yaycı Dede ortadan kayboldu. Yıllar sonra Üsküdar’da bektaşîlere has bir kılıkta, yüzünün nuru gitmiş bir vaziyette görüldü. Ona ne yaptığı sorulduğunda, Bektaşî Azbî Dede diye bir zata bağlandığını, onun hizmetinde olduğunu söyleyip ağzından İslam Şeriatına ve ehli sünnetine aykırı bir takım sözler döküldü.
Hasan Efendi’nin ona yıllar önce, “bir bektaşî gibi şeriata ve sünnete aykırı işler yapmaktan şiddetle sakınması gerektiğine” dair sözlerinin sırrı böylece aynen ortaya çıkmış oldu.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
ŞEYHİ MASKARAYA ALAN KADIN
Halvetî yolu talebelerinden Ömer adında biri anlatıyor;
Bir gün, Ömer adındaki dervişin evindeki akrabasından olan bir çocuk hastalanmış. Evdeki kadınlar bu çocuğun hastalıktan şifa bulması için dua istemek üzere, götürüp Hasan Ünsî Efendi’ye getirmişler.
Hasan Ünsî Efendi de onları kırmamış ve bazı şeyler okuyup çocuğun üzerine üflemiş. Daha sonra çocuğu eve götürdüklerinde onda hastalıktan eser kalmadığını görmüşler.
Fakat bu dervişin annesi olan kadın, çocuğun şifa bulmasına şükredip Hasan Efendi’den saygı ve hürmetle bahsedeceğine tam tersine işi maskaralığa vurmaya kalkmış. Evde bulunan komşu kadınları karşısına oturtmuş ve ağzını havayla doldurup onların üzerine püüf diye birkaç defa üfürüp, Şeyh Hazretleri çocuğa böyle üfürdü şeklinde onun taklidini yapmış, alay edip onları güldürmüş kendisi de gülüp maskaralık etmiş.
O anda bir şey olmamış ama gece olup herkes uykuya yatınca, yüksek sesli bir iniltiyle beraber tepinme sesleri duyulmuş. Herkes uyanıp baktıklarında o kadının yüzünün mosmor olduğunu ve yerde tepinmekte olduğunu görmüşler. Arkasından hareketsiz kalınca önce onu öldü zannetmişler. Fakat kontrol edince ölmediğini anlamışlar.
Kadın aradan biraz zaman geçince kendine gelmiş. Ona ne olduğunu sormuşlar. Kadın da, uykuya yattığı anda Şeyh Efendi’nin kendisine görünüp ‘Beni niye maskaraya alırsın, ben senin maskaran mıyım? Bir daha beni maskaraya alacak mısın? şeklinde azarlayıp boğazını sıktığını, o anda elinden kurtulamadığını, feryat bile edemediğini, daha sonra kendisini kaybettiğini söylemiş. Daha sonra ona yaptığı bu edepsizlikten dolayı bu işin başına geldiğini hatırlatmışlar.
Dervişin annesi yaptığı bu büyük kabahati anlamış ve ertesi gün bir hediye alıp özür dilemek için Hasan Ünsî Efendi’nin dergahına giderek huzuruna çıkmış. Hasan Ünsî Efendi daha kadın bir şey demeden ona, ‘Bir daha maskaraya alır mısın?’ demiş. Kadın da tevbe ettiğini ve bir daha yapmayacağına dair söz verince Hasan Efendi;
-Sakın kimseyi maskaraya alma! Zinhar kafir dahi olsa nedamettir, diye buyurup onu affetmiş.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
EMANET PARAYI SAKLAYAN KADIN
Bedümli Uzun Havva namında bir Boşnak kadın vardı. Bu kadın çok fakir olup ücret karşılığı komşuların bazı işlerini görür idi. Bu kadına bir gün bir komşusu bir hasta çocuk getirdi ve onu Aydınoğlu Tekkesine Şeyh Hasan Ünsî Efendi’ye götürüp şifa bulması için dua istemesini söyledi. Ayrıca eline birkaç akçe de para vererek , Şeyh okuduktan sonra o paraları ona vermesini tenbih etti.
Kadın hasta çocuğu getirip Hasan Efendi’ye durumunu arzedince, Hasan Efendi şifa bulması için çocuğun üzerine bazı şeyler okudu. Kadın, okuma tamam olunca kendisine emanet edilen paralardan iki tanesini ayırıp gerisini Şeyh Efendi’nin önüne bıraktı.
Hasan Ünsî Efendi ise, ona, getirdiği parayı eksik verdiğini hatırlatıp kendisine ayırdığı paraları da vermesini emir buyurdu. Kadın önce bu durumu inkar edince, Hasan Efendi ona, sağ cebine koyduğu iki parayı da vermesini tekrar emir buyurdu.
Kadın, Allah’tan başka kimsenin bilmediği bu durumu Şeyh Efendi kendisine söyleyince, çok korkup pişman oldu ve cebindeki iki parayı da çıkarıp ortaya koydu.
Hasan Efendi ona;
-Bunu sen fakrın sebebiyle eyledin. Lakin bir dahi sakın yalan söyleme ve bir kimseyi imtihan etme!, dedi ve arkasından ona nasihatta bulundu. Daha sonra da o kadına, kırk adet para verdi, hatta kadının getirdiği paraları da ona iade etti.
Uzun Havva adındaki kadın hiç beklemediği bu ihsan karşısında çok sevinerek evine geri döndü.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
BORCUNA SADIK OLMAYAN ZAT
Hasan Ünsî Efendi’nin ziyaretine zaman zaman gelip giden, Mustafa adında genç yaşlarda biri vardı. Bu adam bir gün, evdeki eşyalarını satacak kadar çok muhtaç durumda olduğunu söyleyerek Hasan Ünsî Efendi’den kendisine bir miktar borç para vermesini talep etti.
Hasan Ünsî Efendi ise, ona, yanında para olmadığını söyleyip özür beyan etti. O ise hiç olmazsa rehin karşılığında, vakıf parasından kendisine borç vermesini ısrarla talep etti.
Hasan Efendi onun talebi karşısında merhamet edip, bu borcu ödemeye gücü olduğu anda ödemesi şartıyla vakıf parasından beş yüz kuruş verdi ve onun bu borca rehin olarak getirdiği şeyi de ona iade etti.
Ne var ki, Mustafa adındaki o adam, aradan uzun zaman geçmesi ve ödemeye gücü olduğu zamanlar gelmesine rağmen, sözüne ihanet edip borcunu ödemedi. Hasan Efendi bu sefer adam gönderip, bu paranın vakıf parası olduğunu, mutlaka ödemesi gerektiğini, kendi parası olsaydı ona bağışlayabileceğini söyleyerek yumuşak bir şekilde ona son bir kez ikazda bulundu. Mustafa Ağa bu ikazlara hiç kulak asmadı, borcunu ödemediği gibi, bir de Hasan Ünsî Efendi’nin aleyhinde iftira ve uygun olmayan sözler söyledi.
Onu ikaz için gönderdiği adamlar üzgün bir şekilde gelip durumu bildirince Hasan Efendi, o densizin attığı iftira ve suçlamaların kendi başına geleceğini haber verip, bundan böyle, “Ayağına taş dokunur ise bu taraftan bilsin!” şeklinde bir ifade buyurdu.
Sonraki ahvalde, Mustafa Ağa’nın Hasan Efendi hakkında yaptığı tüm suçlamalar ve iftiralar kendi başına geldi, toplumda artık gayet kötülüğü ile bilinen biri hale geldi. Öyle ki, bir ara kaybolup Edirne taraflarına gitti. Oradan İstanbul’a dönerken de, Büyük Çekmece’ye yakın bir yerde ayağı bir taşa takılıp yere kapaklanıverdi. Yanında bulunan arkadaşları onu alıp evine götürdü fakat büyük ızdırap çekiyordu.
Izdırabı günden güne arttı ve birkaç gün içinde vefat etti. Mustafa ağa’nın varisleri bu hadise üzerine, o parayı ellerinde tutmayıp Hasan Ünsî Efendi’ye iade ettiler.
Evliyanın ağzından boş bir söz çıkmayacağı kaidesince, Hasan Efendi’nin onun hakkında “ayağına taş dokunur ise bu taraftan bilsin!” sözünün sırrı bu şekilde ortaya çıkmış oldu.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
ÇARESİZ ÇIBAN HASTALIĞI
Hasan Ünsî Efendi’nin dergahının karşısında, Mikel adında Hristiyan ve işinin ehli mütehassıs bir hekim vardı. Mikel kendisine müracaat edenlerden çare bulamadığı bazı hastalarını manevi şifa için,Hasan Efendi’nin dergahına yönlendirirdi. Hasan Efendi de, bu hastalara ya bir dua okur ya da, kendi bildiği usulden bazı şeyler tatbik ederdi.
Yine bir gün Mikel böyle bir hastayı Şeyh Efendi’nin dergahına yönlendirmişti. Bu hastanın başında fındık büyüklüğünde çok sayıda çıban olup hangi hekime gittiyse çare bulamamış, en son geldiği Mikel de ona bir çare bulamayıp dergaha göndermişti.
Hasta, bunun üzerine dergaha gidip Hasan Efendi’ye başını açıp gösterip, hekim hekim gezip çare bulamadığını, en son da dergaha geldiğini söyleyerek ondan bir medet istedi.
Hasan Ünsî Efendi onun başını gördükten sonra, mübarek ağzının suyunu avucuna koydu ve o hastanın başındaki çıbanların üzerini meshedip yumuşak bir şekilde bir kez eliyle vurdu. Daha sonra da;
-Bizim hap, macun veya şerbetimiz budur şeklinde söyleyip bundan böyle iyi olacağı müjdesini ona verdi.
Aynen ertesi gün o hasta tamamen iyileşmiş bir vaziyette, bazı hediyelerle Hasan Efendi’nin huzuruna geldi. Hasan Efendi ona bu durumu gizleyip kimseye anlatmamasını tenbih etti.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
KÜRK SİPARİŞİ
Hasan Ünsî Efendi’nin çok eski bir kürkü vardı. Yıllarca giyilmekten artık soğuktan koruyacak bir hali kalmadığından, bu kürkünün tüylü tarafını yeniletmek üzere iki talebesine teslim etti. Onlara hangi kürkçüye gideceklerini söyleyip, yeni kürkün tüylü tarafını iç tarafına diktirmelerini, fakat kürkçünün kürkün bir parçasını çalabileceğini, bunun için çok dikkatli olup çaldırmamalarını tenbih etti.
Talebeleri yeni kürk tabakasının dış tarafa dikilirse daha güzel olacağını hatırlattılar. Fakat o, dışa dikilirse insanların gözü için olacağını, içine dikilirse kendisini soğuktan daha iyi koruyacağını söyledi.
Talebeler eski kürkü alıp kürkçüye vasıl oldular. Eski kürkü yenilemesi için kürkçüye talimat verdiler. Daha sonra, Hasan Efendi’nin çaldırmamaları tenbihi üzerine, kürkçü dükkanında bekleyip, onun hareketlerini sürekli gözleriyle takip etmeye çalıştılar.
Kürkçü işini tamamlayıp teslim etti ve onu alıp Hasan Efendi’ye getirdiler. Hasan Efendi ise onlara o kürkçünün bir tilki kürkü kadar kürk parçasını çaldığını söyledi. Fakat talebeleri, sürekli onu göz altında tuttuklarını, bir parçayı çaldığına şahit olmadıklarını söylediler.
Hasan Efendi talebelerine, “Kürkçübaşı” ‘na gidip bu hırsızlığı bildirmelerini, fakat Kürkçübaşı’nın, o kürkçünün dükkanını kapatma cezası vermemesini rica etmelerini emretti. Getirdikleri kürkü alıp bu sefer doğruca Kürkçübaşı’na gittiler ve durumu ona bir bir anlattılar. Kürkçübaşı kürkü eline alıp baktı ve bir yerini göstererek buradan bir tilki boyu kadar kürkün eksik olduğunu tespit etti. Daha sonra bir adam gönderip o hırsız kürkçüyü yanına çağırdı.
Hırsız kürkçüye kürkteki eksik yeri göstererek o parçayı getirmesini emretti. Kürkçü yaptığı hırsızlığı itiraf edince, Kürkçübaşı onu ağır sözlerle azarladı. Bu azarları işiten kürkçü dükkanına gidip çaldığı bir tilki boyundaki parçayı alıp getirdi.
Bunun üzerine, Kürkçübaşı, hırsızlığı sabit olan o adamın dükkanını kapatma kararı aldı. Fakat Hasan Efendi’nin talebelerinin ricaları üzerine, ondan bir daha böyle bir hırsızlık yapmamak üzere söz alıp, dükkanını kapatmaktan vazgeçti. Talebeler o kürk parçasını da alıp Hasan Efendi’ye teslim ettiler.
(Kayn.:Hasan Ünsî Halv. ve Menakıbnamesi)
