LADİKLİ AHMET AĞA’DAN HATIRALAR

  MENKIBELER/HATIRALAR

 

 Ladikli Ahmet Ağa (1887-1969)

ZARARLI FARELERLE MÜCADELE  

   Esnaflardan biri dükkanındaki farelerle başı dertte idi. Çok değişik çarelere başvurdu ise de farelerin önünü alamamıştı. En son elektrikli bir tuzak kurar. Bu tuzak sayesinde de yetmiş civarında fareyi ölü olarak yakalamayı başarır. Fakat bu hadiseden sonra hasta olup bir ay yatar. Annesi de ona, sen bunları fazla öldürdüğünden bunların ahı tuttu demesi üzerine acaba yanlış mı yaptım diye tereddüde kapılır. Meseleyi Ladikli Ahmet Ağa’ya sormaya karar verir.

   Bir akşam namazı çıkışında hocanın elini öptükten sonra Ahmet Ağa önce kendisine dua etmiş ve daha derdini anlatmaya fırsat vermeden demiş ki:

   “Daha temiz olmuş babam!”

   O esnaf ta demiş ki :

   “Ama hocam elektriğinen!?”

   Ahmet Ağa da demiş ki:

   “Tamam! Ayağınla basıp ta etraf kan olup, debelenip çikinneşeceğine (çirkinleşeceğine), tertemiz yapmışsın.”

   Esnaf kişi de yanlış bir şey yapmadığını anlayınca rahatlamış.

  (Kayn.:Ladikli Ahmed Ağa)

 

BİSE SATICISI  

   Ladikli Ahmet Ağa’nın sevenlerinden olan Akşehir Kaymakamı bir gün Ahmet Ağa’ya demiş ki: “Siz hep görüşüyorsunuz , bir de bana göster Hızır Aleyhisselamı!”

   Ahmet Ağa da : “Oğlum nasipse görürsünüz inşaallah!” demiş. Daha sonra bir Ramazan akşamı Kaymakam evinde ev halkıyla birlikte iftarı bekliyormuş. Kaymakam da sigara tiryakisi olduğundan heyecanla iftarı beklerken evin kapısı ısrarlı bir şekilde üç kez çalınmış. Kapıya çıkıp baktığında devesiyle beraber bir adamın kapıda durduğunu ve “Biseciiii! Bise alan, katran alan…” diye bağırdığını görür.

   Adama der ki: “Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?”

   Adam da: “Peki efendi kızma! Sanki ısmarlamış gibiydiniz de… Hadi iftar-ı şerifler hayır olsun!” deyip devesini alıp gitmiş.

 Kapıyı kapatıp sofraya dönerken tam da bu iftar saatinde bise satılır mı diye düşünüp fesübhanallah çeker.

   Daha sonra bir gün kaymakam Ladik’e tekrar gittiğinde Ahmet Ağa’ya aşkolsun Hızır Aleyhisselamı hala göstermedin diye sitem eder. Ahmet Ağa da “Kapınıza gelen Hızır’ı kovarsınız ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız” diye cevap verir.

   Kaymakam çok şaşırır ve bunun nasıl olduğunu sorunca Ahmet Ağa, kapıya gelen bise (katran) satıcısının Hızır Aleyhisselam olduğunu açıklar.

   Kaymakam da tiryaki kafayla onu farketmesinin mümkün olmadığını söyleyince Ahmet Ağa demiş ki:

   “İçeceksen sen cigarayı iç oğlum! Cigara seni içmesin…Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı , kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantollu birini mi bekliyordun?” deyince kaymakam derin bir eyvah çekmiş.

  (Kayn.:Ladikli Ahmed Ağa)

 

MANEVİ TELGRAF 

 1930’lu yıllar zamanıdır ve Ladik’e 6 km. mesafede Sarayönü isminde demiryolu istasyonu bulunmaktadır. Devlet demiryollarının Sarayönü ismindeki bu istasyonunda İstasyon Şefliği yapmakta olan Lütfi bey bir gün mesai saatleri içinde işi bırakıp Ladikli Ahmed Ağa’yı ziyarete gitmiş. Ahmed Ağa’nın evinde başka misafirleri bulunduğu halde otururlarken aniden Ahmed Ağa orada oturanlardan başka birine arabasının kapıda olup olmadığını sorar.

   O da arabasının kapıda olduğunu söyleyince Ahmed Ağa ona: “Lütfi beyi istasyona götürüver çabuk! Onu arıyorlar istasyonda acele, telgraf hattında! Çalakamçı git yetiştiriver!” der. Lütfi bey’e de çabuk gitmesini bildirir.

   Onun üzerine apar topar arabayla istasyona giderler. Bir de bakar ki hakikaten telgraf makinesinden tak  tak tak sesleriyle onu aramaktadırlar. İstasyona gelmekte olan bir tren için yol durumu sorulmaktadır. Neden yerinde olmadığını sorduklarında sadece dışarı çıktığını beyan etmekle yetinir.

  (Kayn.:Ladikli Ahmed Ağa)

 

KÖPEKLE PAYLAŞILAN EKMEK

     Ladikli Ahmet Ağa’ya sık sık ziyaretlerde bulunan bir edebiyat öğretmeni, bir gün ona evliyalık halleri hakkında, “Ahmet Ağa, sen bu hali nasıl elde ettin?” diye sual eder. Ahmet  Ağa da; “Bende bir hal yok, ben ümmî bir çobanım” diyerek halini beyan etmek istemez.

     Bunun üzerine, o öğretmen kendisine; “Ama zaman zaman siz, ‘Göreve çağırıyorlar.’ diyerek çıkıp gidiyorsunuz, sizi göremiyoruz” deyince, kendisine bu hallerin verilmesine sebep olan bir hadiseyi, anlatmak zorunda kalır. Kendi ifadesiyle anlattığı hadise de şudur;

     “Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda, bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım.

     Yanımdakiler: ‘Ahmet delilik etme, ye yemeğini’ dediler. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim.

     Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (s.a.s) teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: ‘Ahmet, evladım! Ben seni sevdim.’ buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimize (s.a.s) karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim.”

  (Kayn.:zuhurdergisi.com)

 

EV YAPMAK İÇİN ARSA

     Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi anlatıyor; Yıl 1954 yıllarıdır. Konya merkezde bir ev yapmak niyetiyle bir arsa aramaktadır. Arayışlar neticesinde, Fahrunnisa Mahallesinde kendilerince uygun olan bir arsa bulunur. Fakat Tahir Hoca daha arsayı almadan, meseleyi bir de, aralarında çok sıkı dostluk ve sohbetlerinin bulunduğu, Ladikli Ahmet Ağa’ya (k.s.) istişare etmeye karar verir. Ladik’e gidip meseleyi Ahmet Ağa’ya anlatır ve görüşünü sorar. Ahmet Ağa da, büyüklere danışıp cevabını vereyim der ve bir an odadan dışarı çıkıp geri döner. Geldikten sonra verdiği cevapta o arsayı kesinlikle almamasını, çünkü altında “cîfe” bulunduğunu, ev için acele etmemesini bildirir.

     Bu cevaptan sonra yaptıkları araştırma neticesinde, satın almak üzere oldukları arsanın geçmişte bir vakfın malı olduğunu tespit ederler. Altında “cîfe” bulunmasının hikmeti bu şekilde ortaya çıkar.  

     Daha sonra, Konya’nın başka bir mahallesinden bir arsa bulunup ev yaptırılır.

 NOT: Vakıf malı geçmişi olan o arsaya, sonradan vakıf hizmetine uygun olarak bir “Çaybaşı Kız Kur’an Kursu” binası yapılır ve hala hizmetine devam etmektedir.

(Kayn.:youtube.com/sohbet)

 

KİBRİT KUTUSU

    Abdurrahman Büyükkörükçü, geçmişte kamyon şöförlüğü olan, sonradan da Ladikli Ahmet Ağa’nın yakın hizmetinde bulunmuş bir zattan naklen anlatıyor;

    Ahmet Ağa bir gün, Ladik’in dış mahallesinden Ladik merkeze doğru gidiyormuş. Yolda giderken yerde bir kibrit kutusu gözüne takılmış. Kutunun üzerinde bir kız resmi varmış. Daha sonra, kutuyu eline almış, boş mu dolu mu diye merakla içine bakmış… Boş olduğunu görünce tekrar yere bırakmış.

   Bu hadiseden sonra manevi hocası Hızır (a.s.) 3-4 gün kendisine görünmez olur.  Artık görüşmeleri kesintiye uğrar. Bu ayrılık kendisine çok ağır gelir, deliye döner, hatta dama çıkıp hıçkırarak gözyaşları döker. Üzüntüsünden, dağlara bayırlara çıkıp dolaşır.

   Üzüntü ile dağda dolaşırken bir gün Hızır (a.s.) kendisine görünüverir. Kendisine, 3-4 günlük bu ayrılığının sebebini sual eder. Hızır (a.s.) ayrılık sebebinin , yolda gelirken, merak saikasıyla yerden alıp baktığı kibrit kutusunun üzerinde “Kız resmi” olduğunu, ona bakması sebebiyle yanına gelmesine müsaade edilmediğini ifade eder. 

    Ahmet Ağa’nın, yerdeki bir kibrit kutusunu merak saikasıyla tetkik ederken, bakışının bir an, kutunun üstündeki belli belirsiz küçük bir kız resmine ilişmesi, Hızır (a.s.) ile sohbetinde , 3-4 günlük manevi ayrılığa sebep olmuştur.

  (Kayn.:ladikkonya.web.tv)

 

ÇOK ÇETİN BİR İMTİHAN

    Ladikli Ahmet Ağa, bir gün kendisini ziyaret sırasında, üçler, yediler, kırklar şeklinde gruplara ayrılan ve Rical’ul-Gayb da denilen, evliyalardan bahsediyormuş. Kendisi de bu sınıfa dahil olan evliyadan biri olan Ahmet Ağa, bunlardan biri vefat ettiği zaman, yerine geçecek birinin gelişigüzel yapılmadığını, manevi imtihanlardan geçirildikten sonra ancak evliya sınıfına dahil edildiğini ifade edip, aşağıdaki hadiseyi yaşanmış bir misal olarak anlatmış;

    Kırklardan biri vefat etmiş ve onun yerine alınması düşünülen kimseyi imtihan etme işi bize verilmişti. İki arkadaş, İstanbul’un Mahmutpaşa semtinde manifaturacılık yapan bir şahsın dükkanına gittik.

    Kumaş alma bahanesiyle raftaki toplardan birini indirttik. Kumaşı açtı, biz baktık ve “Bunu beğenmedik, şu topu indir!” dedik. Onu indirdi ve kumaşı açtı. Biz, “Biz bunu da beğenmedik, şu topu indir!” diyorduk, amma kızıp bize çıkışacak ve imtihanı kaybedecek diye içimiz sızlıyordu.

    Tatbik ettiğimiz bu usûlle, rafların tamamındaki kumaş toplarını birer birer indirttik, baktık ve “Kusura bakma, kumaşlarını beğenmedik!”, dedik. Dükkan sahibi olan o zat “Siz kusura bakmayın. Çünkü ben sizin aradığınız kumaşı bulup veremedim!”, dedi. Biz, “Allah’a ısmarladık” deyip yanından ayrıldık.

    İmtihanı kazanmış olduğu için sevinçliydik. Neticede bu zat, kırklar mevkiindeki ebrârın saflarına katılmıştı.

(Kayn.:Ü.S.H.Tunahan ve Hatıralarım)

 

FÖTR ŞAPKA VE SİGARA

    İbrahim Dinç isimli Kur’an kursu öğretmeni anlatır;

    1960-1961 yıllarında, Ladikli Ahmet Ağa’nın torunlarından ikisi, Kur’an kursunda talebe imiş. Ahmet Ağa da, zaman zaman kursa gelip  ziyaret ediyormuş. İbrahim Hoca zaman zaman kursta, Ladikli Ahmet Ağa’nın, mübarek bir insan ve keramet sahibi bir veli olduğundan bahsedermiş.

    Fakat, aynı kursta hocalık yapan, İzzet Tekeli ismindeki bir zat, onun evliyalığına ve kerametine itiraz eder, “Başında fötr, elinde sigara! Bu nasıl evliyalık?” dermiş.

    Bir gün Ahmet Ağa, yine kursa ziyarete geldiğinde İbrahim Hoca, onu davet edip evine götürmüş. O arada, İzzet Tekeli adındaki o kurs hocasını da çağırıp evine davet etmiş. İzzet Hocaefendi daha sonra eve gelince, orada Ladikli Ahmet Ağa’nın elini öpmek istemiş. O anda Ahmet Ağa, İzzet Hoca’ya şöyle demiş;

     -Oğlum İzzet Efendi! Fötr’ü ve sigarayı görüp de sakın bana ta’n etme! Bunlar zahiri kurtarmak için olan şeylerdir.

(Kayn.:Ü.S.H.Tunahan ve Hatıralarım)

 

YARDIMA GELEN ATLI

    Ahmet AKÇAEL isimli zat, Ladikli Ahmet Ağa’dan dinlediği bir hatırayı ondan naklen anlatıyor;

    Ladikli Ahmet Ağa, Osmanlı Dönemi “Kanal Harekatı” olarak tabir edilen savaşta er olarak bulunuyormuş. Bu savaşta bir gün, çok çetin çarpışmalardan sonra, yaralanmış ve çok sayıda şehit varmış. Bu şehitlerin arasında tek başına yaralı bir halde beklerken, Allahu Teala’ya şöyle bir niyazda bulunmuş;

    -Ya Rabbi! , iyi bir kulun olsaydım bunlar gibi şehit olurdum, bu iş biterdi. Madem iyi bir kulun değildim,  neden bu yarayı bana açtın?

    Bu niyazdan sonra, bir bakıyor ki, karşıdan beyaz ata binmiş birisi geliyor. “Eyvah! Bu da, gelip beni öldürecek” diye düşünmüş. Kim olduğunu bilmediğinden, onu düşman süvarisi zannetmiş. O atlı yanına geldiğinde, bir bakmış sert bakışlı birisi olarak görmüş. Attaki adam ona, “Bin terkime!” demiş.

    Fakat, Ahmet Ağa çekinmiş atın arkasına binmemiş. Daha sonra bir bakmış, kendisini atın arkasına binmiş vaziyette bulmuş. Atla beraber ikisi gitmeye başlamışlar. Fakat bu normal bir at yolculuğu değilmiş. Yere baktığında, yer ayaklarının altından o kadar hızlı akıyormuş ki, takip edemiyormuş.

    Bir yere gelip durmuşlar ve attaki adam ona inmesini söylemiş. Karşıda da Türk askeri birliklerinin çadırları varmış. Attaki adam, “Onlar seni gelip alacaklar” demiş ve atını sürmüş ve oradan uzaklaşıp gitmiş.

    Orada attan indiği yerde beklerken, askeri nöbetçilerden biri onu görmüş ve alıp götürmüşler. Komutan ona nerede yaralandığını, hangi cephede savaştığını, oraya nasıl geldiğini,  sormuş. Bir gün önce, savaşmakta olduğu cepheyi ve oraya nasıl geldiğini anlatınca, komutan ve oradakiler hayretler içinde kalmış.

    Çünkü, normal şartlarda onun savaştığı cephe ile, o askeri birliklerin arası  mesafe o kısa at yolculuğu ile gelinebilecek bir mesafe değilmiş. Çok uzak bir yermiş. Onun, bir maneviyat eri tarafından, yani Hızır (a.s.) tarafından getirildiğini anlamışlar.

    Ahmet Ağa, o askeri birlikte tedavi olduktan sonra memleketine dönmüş. O hadiseden sonra da, kendisine Ricalu’l-Gayb denilen, seçkin evliyaların içinde ona da, vazife verilmiş.

(Kayn.:youtube.com/YCp6VqB0cLg)

 

EMANET TESBİH

    Ahmet AKÇAEL isimli zat, Ladikli Ahmet Ağa’dan dinlediği bir hatırayı ondan naklen anlatıyor;

    Bir zaman, Ladikli Ahmet Ağa’nın oğlunun askerlik zamanı gelip çatmış. Ladik’in, o zamanlar bağlı bulunduğu, Kadınhanı askerlik şubesinden askere sevk olup  gidecekmiş.  O zaman da, çok kar yağdığından yollar kapanmış, üstüne üstlük oğlu da hasta olup yataklara düşmüş. Hasta hasta gidebilecek durumu yokmuş.

    Askere sevk günü gelip çatınca, Ahmet Ağa Kadınhanı’ndaki askerlik şubesine durumu anlatmak üzere, çarıklarını giyip gitmiş. Askerlik şubesi başkanı da, Ahmet Ağa hakkında anlatılan hadiselere ve onun evliyadan bir zat olduğuna inanmayan biriymiş.

    Şubeye gidince onu o komutanın yanına götürmüşler. Komutan demiş ki;

    -Sana veli diyorlar, evliya diyorlar.

    Ahmet Ağa da, veli olduğu meselesinin doğru olmadığını, hatta, keçi çobanı olduğunu ve köyde çobanlık yaptığını söyleyerek halini gizlemek istemiş.

    Bunun üzerine, komutan “Ben anlamam, madem evliyasın sana bir soru soracağım, bir hafta da müddet vereceğim, zaten oğlunun askerlik zamanı geldi. Yoksa onun askerliğini yakarım”, manasında sözler söyleyerek onu tehdit etmiş.

    Sorduğu da, komutanın yedi göbek ilerdeki dedesinin adını ve mezarının bulunduğu yeri gibi uçuk bir soru imiş. Ahmet Ağa’da, “Ben nerden bileyim senin yedinci göbek dedeni?”, diye o soruyu bilemeyeceğini bildirmiş.

    Bunun üzerine, şube başkanı komutan, tekrar “ben anlamam, sana veli, evliya diyorlar. Bu sorunun cevabını bana getireceksin” şeklindeki ifadelerle kestirip atmış. Ahmet Ağa, çaresiz köye geri dönmüş.  Bir gün hocası Hızır (a.s.) gelmiş ve ondan bu acayip sorunun cevabını almış.

    Cevabı öğrenince de, tekrar Kadınhanı askerlik şubesinin yolunu tutmuş. Komutanın yanına girmiş ve yedinci göbek dedesinin adını ve medfun olduğu yeri ona bildirmiş. Hatta, o dedesinden emanet olarak gelen bir tesbih olduğunu, komutanın annesinin o tesbihi hala sakladığını bildirmiş.

    Bunun üzerine, komutan, tesbih meselesini teyit etmek üzere annesini çağırtarak şubeye getirmiş. Ahmet Ağa’nın, dedesinin adı ve tesbih meselesini ona sorunca, dedesinin adının doğru olduğunu, ondan emanet olarak gelen sandıkta sakladığı bir tesbih olduğunu, rüyalarla zaman zaman ikaz edilerek, o tesbihin sahibinin gelip onu alacağının söylendiğini bildirmiş. Ondan sonra, annesi demek ki bu tesbihin sahibi bu zatmış diyor ve evden getirip tesbihi Ahmet Ağa’ya teslim ediyor.

    Bu hadise, o askerlik şubesi başkanı komutanının, kalbinde ve ruhunda derin tesirler meydana getiriyor ve hidayetine sebep oluyor. Ondan sonra, takva sahibi bir müslüman olarak hayatını devam ettiriyor.

(Kayn.:youtube.com/YCp6VqB0cLg)

 

DOMUZ ETİ YEMEYEN ESİR

    Ricalu’l-Gayb erenlerinden olan Ladikli Ahmet Ağa, zor durumda kalan müslümanlara bizzat yaptığı manen yardımlardan birini şöyle anlatıyor:

    Anadolu’nun müslüman askerlerinden biri savaşlar sırasında Ruslara esir düşmüş. Bu esir asker Rusya’da bir dul kadının emrine hizmetçi olarak verilmiş. O dul kadın, aynı evi paylaşan bu esir askere zamanla göz koymuş ve kendisiyle birlikte olması için zorlamaya başlamış.

    Fakat müslüman asker takva sahibi dindar biri olduğu için bu teklifleri reddediyormuş. Yine bir gün, bu kadın evinin ikinci katının merdiven başında, yine bu askere askıntı olmuş. Asker de, “ben domuz eti yemem” diyerek kadını iteleyerek reddediyor. Bu iteleme neticesi kadın merdivenlerden aşağı yuvarlanıyor.

    Kadın bunun üzerine, o esir için kendisine saldırdığına dair iftira edip resmi makamlara şikayet ediyor. Esir askeri şikayet üzerine hapse atıyorlar ve her türlü eziyet etmeye başlıyorlar. Bu eziyetlerden biri de, elleri kolları bağlı dururken, yüksek bir yerden esirin üzerine idrarlarını yapmak şeklinde gerçekleşiyor.

    Tam bu safhada Hızır (a.s.) tarafından, Ladikli Ahmet Ağa’ya, Yusuf (a.s.)’ın kıssasına benzer şekilde iffetini muhafaza eden bu esiri, manen gidip kurtarması için vazife veriliyor. Ladikli Ahmet Ağa da, manen bir anda o zindana gidip, o esirin zincirlerini çözdükten sonra alıp, Türkiye sınırları içerisinde bir çeşmenin başına getiriyor. Askerin üzerindeki elbiseleri idrar pislikleri ile necasetli olduğu için ona önce üzerini bu çeşmede yıkamasını tenbih ediyor, kendisi de temiz elbise temin edip o esirin yanına getiriyor.

    Temiz elbiseleri giydikten sonra da, yine ona gözlerini yumdurup manen bir anda memleketi olan İzmir’e götürüp bırakıyor.

(Kayn.:Yaşadıklarım ve Gördüklerim/H.H.Varol)

 

ZAHİRE ALDANAN MÜDERRİS

    Müderris icazetine sahip bir hocaefendi, Ladikli Ahmet Hüdaî hakkında, Ricalu’l-Gayb evliyalarından biri olduğuna dair anlatılanlardan merak ederek kendisini ziyaret etmek ister.

    Bir gün Ladik’e giderek Ladikli Ahmet Ağa’nın evinde ziyarette bulunur. Ziyaret sırasında beraber namaz kılarlar ve namazın arkasından, Ladikli Ahmet Ağa’nın haline şöyle bir dikkat eder. Baktığında, onun, köylü kıyafetinde cahil, sıradan bir amca gibi olduğunu görür ve ona anlatılan evliyalık hallerini pek ona yakıştıramaz.

    Ladikli Ahmet Hüdaî Efendi de, onun kalbinden böyle düşündüğü anda bir anda celallenir ve o Müderris’e;

    -Hoca Efendi, Hoca Efendi! Allah’ın izniyle 124.000 Peygamberin hayat hikayesini sana anlatmaya kâdirim!, diye buyurup dış görünüşe aldanmaması hususunda ikaz eder.  

(Kayn.:youtube.com/EuMvTfdoWhU)

 

EVLİYALIĞI ZAHİRDE ARAYAN ADAM

    Mehmet Emin Haksever Efendi, bir gün Ladikli Ahmet Hüdaî Efendi’yi ziyaret etmek için Ankara’dan Konya’nın Ladik İlçesine gider. Beraberinde de, Ankara’dan bir arkadaşı da vardır. Ladik’te Ladikli Ahmet Ağa’ya misafir olup ziyaret ederler. Ladikli Ahmet Ağa’nın evinde yemekler yenir ve orada onun sohbetini dinleyip veda ederek ayrılırlar.

    Fakat Mehmet Emin Haksever Efendi’nin arkadaşı, Ankara’ya dönüş sırasında yolda, Ladikli Ahmet Efendi’nin görünüşüne bakıp, evliyalık hallerini pek ona yakıştıramadığını söyler ve onun büyüklüğüne pek inanamaz. Mehmet Emin Haksever Efendi de, onun bu itiraz sözlerine bir şey demeyip tebessüm etmekle yetinir.

    Ankara’ya vardıkları günün gecesi gece yarısında, Mehmet Emin Haksever Efendi’nin kapısı heyecanla çalınmaya başlanır. Mehmet Emin Haksever Efendi kapıya baktığında, Ladik’e ziyarete götürdüğü arkadaşı vardır. O arkadaşı heyecanla, gece yarısında kendi kapısının çalındığını, çıkıp baktığında Ladikli Ahmet Efendi’yi karşısında gördüğünü, Ladikli Ahmet Efendi’nin ona;

    -Evladım ben ‘Yedilerden’im’!, diye buyurduğunu ve bir anda gözden kaybolduğunu söyler.

Not: Ricalu’l-Gayb evliyaları denilen evliyaların, ÜÇLER,YEDİLER,KIRKLAR,ÜÇYÜZLER diye dereceleri olup, ‘Yediler’ denilen gruba dahilmiş.  

(Kayn.:youtube.com/0fslwpSk_3Q)

 

 

 

 

 

YORUM YAP