
Şeyh Seyda M.Said El-Cezerî (1889-1968)
ALLAH’IN RIZASINA NASIL ERİLİR?
Şeyh Seydâ Muhammed Said El-Cezerî hazretlerine, bir gün, Molla Muhammed adında bir kimse tarafından; “Kurban! Allahü teâlânın rızâsına nasıl erebiliriz?” şeklinde bir soru yöneltilmişti.
Şeyh Seydâ hazretleri ona; “Cenâb-ı Allah lutfederse erersin.”, diye buyurdu.
O kimse, aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa sordu ve karşılığında aynı cevabı aldı. Fakat o, ısrarından vazgeçmeyip dördüncü defa aynı sordu.
Bunun üzerine, Şeyh Seydâ Muhammed Said El-Cezerî hazretleri;
-“Bana bak Molla Muhammed! Kalbinin üzerindeki paraları ne zaman yakarsan, işte o zaman Allah’a erersin.” diye buyurdu.
Meğerse, görünüşte takva sahibi salih bir insan olan, Molla Muhammed, parayı çok seven biriymiş. Şeyh Seyda hazretleri, onun bu ısrarlı soruları üzerine kalbindeki hastalığı kerâmet olarak bilip ortaya döküvermiş.
(Kayn.:evliyalar.net)
ZİYARETTE İSMEN ÇAĞRILMAK
Adıyamanlı İbrahim Cücük adlı kişi anlatır;
Yıl 1965 yılıdır. İbrahim Bey henüz ortaokulun üçüncü sınıfına yeni geçmiştir. Yaz tatilinde bir gün, Cizre’ye Şeyh Muhammed Said El-Cezerî Hazretlerini ziyarete gider. Akşam dergahta yattıktan sonra sabah olunca, Şeyh Muhammed Said Hazretleri ziyaretçileri kabul etmeye başlar. İbrahim Bey orada kimseyi tanımamakta, kimse de onu tanımamaktadır.
İçeriden ziyaretçiler gelsin diye seslenirler. Fakat İbrahim Bey, Şeyh Seyda Hazretleri’nin ziyaretçileri ismen çağırdığını daha önce duyduğundan, o ziyaretçi grubuyla beraber içeri girmeyip ismen çağrılmayı beklemiş. Böyle beklerken, Şeyh Seyda Hazretleri’nin oğlu Muhammed Nurullah Efendi gelerek ona; “İbrahim-i Adıyamânî sen misin?” diye sorar.
İbrahim Bey de kendisi olduğunu söyleyince, Şeyh Seyda Hazretlerinin onu çağırdığını söyler. Böylece ismen çağrıldığı için içeri ziyarete girer.
İbrahim Bey ziyaret sırasında intisap eder ve Şeyh Seyda Hazretlerinin talebeleri arasına katılır. İntisap sırasında kalbinden, Şeyh Seyda Hazretleri’nin üç değişik tarikat yolunda da talebe yetiştirmeye yetkili olduğu meselesini geçirir ve merak eder.
Şeyh Seyda Hazretleri o bir şey sormadan şöyle buyurur;
-Evet biz kök olarak Nakşîyiz, fakat hem Nakşî, hem Kadirî, hem Rufâîliği vermekle vazifeliyiz.
(Kayn.:irfandunyamiz.com)
ÜSTAD BEDİÜZZAMAN HAKKINDAKİ KANAATİ
Hacı Kemal Buharalı, Şeyh Seyda Muhammed Said Cezerî Hazretleri’ne, ‘Bediüzzaman hakkında ne dersiniz?’ şeklinde sual edince, biraz murakabeye daldıktan sonra;
-Ya Rabbi, Ya Rabbi, beni Bediüzzaman hürmetine affeyle! Ya Rabbi, Ya Rabbi, beni Bediüzzaman’ın has talebelerinden eyle!, diyor.
(Kayn.:youtube.com/VlBhTXdQkQU)
İLİM TALEBELERİNİN KIYMETİ
Şeyh Ömer Faruk El-Cezerî anlatır;
Şeyh Muhammed Said Cezerî hazretleri’nin dergahında misafirlere hizmet eden yaşça büyük bir sofi, bir gün Medrese’de okuyan talebelerle sözlü münakaşa eder. Münakaşa ettikten sonra da, gelip Şeyh Seyda Muhammed Said Efendi’ye, talebelerin çok şımardıklarını, hatta, kendisiyle kavga edip saygısızlıkta bulunduğu şeklinde şikayette bulunur.
Şeyh Seyda da, şikayetçi sofiye, ‘Sabret, sabret! Merak etme söyleriz talebelere’ şeklinde cevap vermiş.
Ertesi sabah Şeyh Seyda, o şikayetçi sofiyi çağırır ve beraberce Medrese’ye giderler. Şikayetçi sofi Şeyh Seyda’nın, talebeleri azarlayıp, suçlu olanları kovmak için oraya gittiğini zanneder ve içinden sevinir.
Medrese’nin kapısına vardıklarında, talebelerin derslerini müzakere ettiklerine dair seslerini duyarlar. Şeyh Seyda, kapıda talebelerin ayakkabılarına bir göz atar. Ayakkabıların en küçük olanını, yani içeride yaşça en küçük olan talebenin ayakkabısını alıp başının üzerine koyar ve şikayetçi sofi ile beraber yavaşça içeri girer. Talebelere;
-Biz firariler, mahkumlar, suçlular geldik, kabul ediyor musunuz?, diye sorar.
Talebeler hepsi o anda saygı gösterip ayağa kalkarlar ve o sofi ile yaptıkları kavga sebebiyle geldiklerini anlayıp mahcup olurlar. Şeyh Seyda Hazretleri onlara;
-Şimdi tek sıra olun! Ben ve şu arkadaş gelip elinizi öperiz ki, bizi affedin! Sizi rahatsız etmişiz…, diye buyurduktan sonra, önce kendisi sonra da o şikayetçi sofi talebelerin ellerini tek tek öpüp müsaade isteyerek dışarı çıkarlar.
Talebeler Şeyh Seyda’nın bu güzel tavrıyla hem yanlışlarını anlamışlar hem de, derslerine daha muhabbetle ve sıkı bir şekilde sarılmışlar. Şikayetçi sofi de talebelerin kıymetinin ne kadar yüksek olduğunu anlamış.
(Kayn.:youtube.com/J_rh4IyjncI)
ŞEYH SEYDA’NIN DOLMAKALEMİ
Molla Hikmetullah Atan anlatır;
Molla Hikmetullah daha 11-12 yaşlarında çocuk iken, babası ile Cizre’nin Serdahl köyüne Şeyh Seyda Muhammed Said Cezerî Hazretleri’ni ziyarete giderler. Ziyaret sırasında, bir salonda Şeyh Seyda ile beraber otururlar.
Orada oturdukları sırada, Molla Hikmetullah’ın gözüne, Şeyh Seyda’nı cebinde görünen iki tane dolmakalem takılır. O zamanlar dolmakalemler çok kıymetli olup bulunmayan bir şeydir. Molla Hikmetullah o çocuk haliyle içinden, ‘Şeyhlerin Allah tarafından verilen kerametleri olduğunu, acaba bu Şeyhin de bir kerameti varsa bana bu kalemlerden birini versin’, diye düşünür.
Daha içinden geçirir geçirmez, Şeyh Seyda Hazretleri cebinden dolmakalemin birini çıkarıp Molla Hikmetullah’a;
-Al Hikmetim, al kalem istiyorsan senin olsun!, diye buyurup kalemi hediye eder. Molla Hikmet de onu teberrük hatırası olarak saklar.
(Kayn.:youtube.com/AOfjTquaGVM)
ŞEYH SEYDA’NIN HARARETİ
Şeyh Seyda’nın halifesi, Seyyid İbrahim Güneş bir hatırasını şöyle anlatır;
Çok soğuk bir kış günü, Şeyh Seyda Muhammed Said Cezerî hazretleri, Seyyid İbrahim Güneş ve birkaç talebesini çağırır ve beraberinde odun almalarını söyleyip, onunla beraber gelmelerini emir buyurur.
Daha sonra, Şeyh Seyda Hazretleri, Cizre’deki Dicle Nehri’nin kenarına gelip buz tutmuş olan nehrin buzunu kırar ve kendini içine bırakıverir. Seyyid İbrahim ve beraberindeki talebeler, orada ateş yakıp beklerler, ayrıca yanlarında getirdikleri yorganlara bürünüp ısınmaya çalışırlar. Fakat o halde bile üşümekten kurtulamazlar.
Şeyh Seyda Hazretleri ise, kim bilir içinde ne kadar hararet varsa, tam sabah ezanına kadar o dondurucu suyun içinde hareketsiz olarak durur. Sabah ezanı ile beraber oradan çıkıp geri döner.
NOT: Yaz mevsiminin en sıcak olduğu, yani Cizre gibi yerde, 45-50 derece sıcakların olduğu o günlerde de tam tersi, üşüdüğünü söyleyip bir odada soba yaktırır ayrıca bir yorgana bürünüp o soba yanan odada uzun süre beklediği de olurmuş.
(Kayn.:youtube.com/J_rh4IyjncI)
ŞEYH SEYDA’NIN ÇOCUKLUK ARKADAŞI
Cizre’nin manevi dinamiklerinden Şeyh Seyda Muhammed Said Cezerî Hazretleri, uzun yıllar sonunda, bir gün yolda bir çocukluk arkadaşı ile karşılaşır. İki arkadaştan biri yıllarca okuyup Molla olduktan sonra tasavvuf terbiyesi ile bir mürşid olmuş, diğeri ise, dünyaya dalıp kendi keyfince bir hayat sürmüş, namaz bile kılmamaktadır.
Kısa bir hal ve hatır sohbetinden sonra, Şeyh Seyda, arkadaşına yumuşak bir dille camiye gelmesi için teşvikte bulunur. Arkadaşı da, gelip namazın farzına katılabileceğini, fakat sünnetleri kılmak uzun sürdüğünden onları kılamayacağını söyler.
Şeyh Seyda da, ‘Tamam’ der, ‘Sen gel sadece farzlara katıl’ şeklinde onu teşvik edici sözler söyler.
Bunun üzerine, o arkadaşı bir namaz vaktinde, kendisi gibi bir başka arkadaşı ile beraber camiye gelir. Dediği gibi, sünnetler kılındığı sırada getirdiği arkadaşla beraber oturup sohbet ederler ve sadece namazın farzlarına iştirak ederler.
Bu böylece birkaç gün devam ettikten sonra, artık herkesin sünnet kıldığı zamanda oturmaktan haya ederler ve namazları tam olarak kılmaya başlayıp bir daha da, terk etmezler.
(Kayn.:youtube.com/J_rh4IyjncI)
ŞEYH SEYDA’NIN İFFETİ
Molla Abdurrahman Şeyh Seyda’dan naklen anlatır;
Cizre’nin manevi dinamiklerinden Şeyh Seyda Muhammed Said Hazretleri, bir gün alnındaki bir yara izini göstererek o yaranın hikayesini anlatır.
Şeyh Seyda Hazretleri çocuk yaşta Cizre’de medresede okumaktadır. Cuma günleri medresenin tatili olduğundan, çocuklar dışarı çıkıp gönlünce oyun oynar gezerlerdi. Medresedeki çocuklar tatilde dışarı çıkarken ona da, ‘Gel beraber gezelim, oynayalım’ dediklerinde o kabul etmez derslerine çalışmak isterdi.
Fakat bir gün arkadaşları bir tatil günü yine dışarı çıkıp oynamak üzere çok ısrar ederler. O da bu sefer arkadaşlarını kıramayıp onlarla beraber dışarı gider. Dışarıda arkadaşları beraberce oyun oynadıkları halde, o oynamaz kenarda oturup onları bekler.
Daha sonra, beraberce medreseye dönerlerken, sokakta karşılarına kadınlar çıkar. Şeyh Seyda o çocuk yaşına rağmen o kadınlara bakmamak için gözünü kapatıp yürümeye başlar. Fakat yürürken farkında olmadan kafasını yolun kenarındaki sur duvarına çarpar. Bu çarpma neticesi de alnından yaralanır ve kanlar içinde kalır.
Böylece, bu hadisenin yadigarı yara izi de, adeta onun iffetinin bir nişanesi olarak alnında kalır.
(Kayn.:youtube.com/XvoHXacSNxs)
KASABIN ÜCRETİ
M.Ferhat Yavuz Hocaefendi, Ömer Faruk Cezerî Efendi’den naklen anlatıyor;
Şeyh Seyda Muhammed Said Cezeri Hazretleri, bir gün Cizre’de kavurma yaptırmak üzere, üç tane koyun kestirmek ister. Bu hizmeti yapmak üzere de Cizre’de kasaplık yapan birinin adını vererek çağırmalarını emreder.
Daha sonra, o kasap gelir, üç tane koyunu kesip parçalar ve etlerini de güzelce ayırıp işini tamamlar. İşini tamamladıktan sonra müsaade alıp gitmek üzere, Şeyh Seyda’nın yanına gelerek işini tamamladığını bildirir.
Şeyh Seyda ona bu hizmeti karşılığında ne kadar ücret istediğini sorar. Kasap da, bu işi Allah rızası için yaptığını ve bir ücret istemediğini bildirir. Şeyh Seyda para işlerine bakan müezzinine o kasaba bir lira verilmesini emrediyor. Kasap bir lirayı duyunca bu ücretin fazla olduğunu, bir liralık iş yapmadığını bildiriyor. Şeyh Seyda bu sefer ücreti 1,5 Lira olarak verilmesini söylüyor. Kasap bu daha fazla diyor. Kasap fazla dedikçe Şeyh Seyda artıra artıra ücreti 5 Liraya çıkartıyor.
Bu duruma sabredemeyen müezzin, o kasaba ‘Sus artık, bizi iflas ettireceksin!’ şeklinde söyleyerek kızdığını belli ediyor. Netice itibariyle de, kasaba 5 lira ücret verip gönderiliyor.
Zahiren akla ve mantığa aykırı bir şekilde cereyan eden bu hadiseye şahit olan sofiler de bir mana veremeyip içlerinden o anda, Şeyh Seyda’nın malını gereksiz yere saçıp savurduğunu ve dünya işlerini pek bilmediğini düşünüyorlar. Çünkü o zamanın fiyatlarına göre, kasaba verilen 5 lira, 25 adet koyun alınabilecek kadar büyük bir para imiş.
Kasap gittikten sonra, Şeyh Seyda Hazretleri, onların yanlış düşüncelerini düzeltmek üzere şu açıklamayı yapıyor;
-Sizler şimdi bana kızıyor ve dünyadan anlamıyor diyorsunuz. Ama ben sizin hepinizden daha fazla dünyadan anlıyorum. Bu giden kasap var ya, evinde yakacak odunu, tenceresinde kaynatacak mercimeği, değirmende öğütecek buğdayı dahi yoktur. Ve bir sürü çocuğu var… Her şey para değil! Şimdi onun sevinci var ya, dünya ve içindekilerden daha sevimlidir benim için. Gidin bakın evine, ellerini kaldırıp dua ediyorlar ve sevinçlerinden oynuyorlar şu an… Bu yetmez mi bize? Müslümanları sevindirmek yeterli değil midir? Asıl sizin aklınız yok, zira dünyaya bu kadar değer veriyorsunuz. Şayet bu dünya bu işe yaramıyorsa hiç olmasın daha iyi!
(Kayn.:youtube.com/jjtmF65kbRA)
HAMALIN KAZANCI
M.Ferhat Yavuz Hocaefendi, Ömer Faruk Cezerî Efendi’den naklen anlatıyor;
Şeyh Seyda Muhammed Said Cezeri Hazretleri’nin hamallık ile geçinen bir sofisi vardı. Şeyh Seyda Hazretleri, hamallık kazancının tertemiz bir kazanç olduğunu ifade ederek ona, kazancından her gün kendi hesabına bir sadaka vermesini rica etmişti. Hamal sofi de, bu rica üzerine her gün kazancından, Şeyh Seyda için ayırıp bir sadaka veriyordu.
Böyle yıllar geçtikten sonra, o hamal sofi ihtiyarladı ve hamallık yapamaz duruma geldi. Emeklilik gibi bir sistem olmadığından, evinde kazançsız bir durumda kalmıştı. Fakat, bir süre sonra, düzenli olarak geceleri evine yardım paketleri gelmeye başladı. Bu yardımlar onu bu zor durumdan kurtarıp rahatlatmıştı.
Bu yardım paketleri onu çok sevindirmişti fakat, kim getirdiğini önce fark etmemişti. Bir gün bu yardımları getireni görebilmek için iyice takip etti ve bir baktı ki, yardımları gece bizzat sırtında getirip bırakan kişinin, Şeyh Seyda Hazretleri olduğunu fark etti.
Şeyh Seyda Hazretleri, onun kendisini fark ettiğini anlayınca hamal sofiye, kendisi hayatta olduğu müddetçe, bu sırrı kimseye anlatmamasını tembih etti.
(Kayn.:youtube.com/XvoHXacSNxs)
ZALİM AĞANIN İRŞADI
M.Ferhat Yavuz Hocaefendi, Molla Mustafa’dan naklen anlatıyor;
Cizre’nin civarındaki köylerden birinde, zalim ve despot bir ağa hüküm sürüyordu. Köy halkı onun bu zulmünden ve sertliğinden bizar olmuştu.
Şeyh Seyda Muhammed Said Cezeri Hazretleri, irşad için köyleri ziyaretleri sırasında bu köye de uğradı ve o köyün zalim ağası tövbe ederek Şeyh Seyda Hazretleri’nin sofisi oldu.
Köyün ağası eski zalim halinin aksine, bu sefer bir derviş gibi çok yumuşak, halim selim biri olup çıkmıştı. Fakat köy halkı bu duruma sevinip ona itaat edeceklerine, tam tersi ağanın sözünü kaale almamaya, ona itaatsizlik etmeye başladılar.
Bu durum köyde bir yönetim zaafiyetine ve çeşitli sıkıntılara yolaçınca, köyün ağası bir mektup yazarak Şeyh Seyda Hazretleri’ne bildirdi.
Şeyh Seyda Hazretleri, bu mektubu alınca, kendisi köy halkına hitaben yazdığı mektupta şöyle buyurdu;
-Biz bu ağayı, İmam-ı Şah-ı Nakşibendî’nin zinciriyle zor zaptediyoruz. Eğer bir bırakırsak yine üzerinize musallat olur! O yüzden ağanızın sözünü dinleyin, düzen bozulmasın!
Bu ikazı ciddiye alan köylüler itaatsizlik ve başına buyruk davranışlarından vazgeçiyorlar.
(Kayn.:youtube.com/uYZai6T4LY0)
BALIK NASIL AVLANIR?
M.Ferhat Yavuz Hocaefendi, Üstadı‘nden naklen anlatıyor;
Cizre’de balıkçılık ile geçimini temin eden ve Sofi Nuri diye bilinen bir adam vardı. Sofi Nuri arada sırada, hediye olarak mevsim meyvelerinden getirip Şeyh Seyda Muhammed Said Hazretleri’ne takdim ederdi.
Bu adam bir gün gelip Şeyh Seyda Hazretleri’ni ziyaret etti. Şeyh Seyda ona “Balık sever misin?” diye sordu. Sofi Nuri; “Evet severim”, dedi. Şeyh Seyda ona, “Hayır yanlış, öyle demeyeceksin! Resulullah (s.a.v.) balık sevdiği için ben severim diyeceksin”, dedi. Sofi Nuri de, “Yalan değil ben nefsim için seviyorum. Ama seni mi kıracağım, tamam Resulullah için seveceğim.” dedi.
Şeyh Seyda bu sefer ona, “Balıkları nasıl tutuyorsun?”, diye sual etti. Sofi Nuri de, ya geceden ağ atıp sabaha kadar bekledikten sonra ağı sudan çektiğini, ya da oltayla suyun başında bekleyerek tuttuğunu anlattı.
Şeyh Seyda, “Çok zormuş bu iş…” dedi. Sofi Nuri, “Efendim siz nasıl zannettiniz ki?” diye Şeyh Seyda’ya sordu. Şeyh Seyda, “Ben zannettim ki, sepeti suya daldırıyorsun ve balıkla doluyor…” şeklinde cevap verdi. Sofi Nuri daha sonra oradan ayrılıp gitti.
Ertesi sabah Sofi Nuri bir baktı ki, Cizre’nin halkından bir çok kişinin Dicle Nehri’nin kenarına doğru heyecanla gidiyorlar. Sofi Nuri insanlardan birine neden nehir kenarına gittiklerini sordu. Sorduğu kişi de, balıkların Dicle nehrinin yüzüne vurduklarını, insanların sepetlerle bu balıkları topladıklarını haber verdi.
Sofi Nuri, bir gün önce Şeyh Seyda’nın “Ben zannettim ki, sepeti suya daldırıyorsun ve balıkla doluyor…” şeklindeki sözünü, Allahu Teala’nın onun hatırına gerçekleştirdiğini anladı. Derhal evine gidip büyükçe bir sepet aldı ve Dicle Nehri’nin kıyısına gitti. O kocaman sepeti suya daldırıp balıklarla doldurdu. Daha sonra, sepetteki balıkları alıp doğruca Şeyh Seyda’nın dergahına gitti.
Sofi Nuri, Şeyh Seyda’nın huzuruna girdiğinde, aralarında şu konuşma oldu;
Şeyh Seyda tebessüm ederek; “Bize meyva mı getirdin?”
Sofi Nuri; “Yok efendim, balık getirdim size…”
Şeyh Seyda; “Peki geceden mi ağ attın?”
Sofi Nuri; “Hayır”
Şeyh Seyda; “Oltayla mı tuttun saatlerce?”
Sofi Nuri, “Hayır”
Şeyh Seyda; “Peki nasıl oldu?”
Sofi Nuri; “Efendim, sizin dediğiniz gibi sepeti suya daldırdım balıkla çıktı”, diye cevap veriyor.
(Kayn.:youtube.com/ wxTj5QL_qM4)
ASKERLİKTEKİ SIKINTI
M.Ferhat Yavuz, Abdurrahman Surucî‘den naklen anlatıyor;
Şeyh Seyda Muhammed Said Cezeri Hazretleri’nin talebelerinden olan, Abdurrahman Surucî Efendi, askerlik hizmetini yapmak üzere, Amasya’yadaki bir askeri birliğe gitmişti.
Abdurrahman Efendi, askerliğinin başlarında bir ay sıkıntılı bir dönem geçirir. Bu sıkıntılarının geçmesi için de, kendisini sıkıntı olmayan bir yere vermeleri için sürekli dualar eder.
Bu sırada, Şeyh Seyda Hazretleri’nden bir mektup gelir. Şeyh Seyda mektubunda; “Tam bir ay sonra, Tümenin en mübarek yerine tayin olacaksın” diye ona manevi bir haber verir.
Abdurrahman Efendi, artık bu iş nasıl, ne zaman olacak diye beklemeye başlar. Nitekim bir gün komutan onu çağırır ve hutbe okuyup okuyamayacağını sorar. Abdurrahman Efendi de, tamam der ve komutana örnek bir hutbe okur. Komutan ona ayrıca dînî bazı sualler de sorup tatmin edici cevaplar alınca, Tümen’in Mescidine imam olarak tayin eder.
Abdurrahman Efendi, mektubun tarihi ile imam olarak tayin edildiği tarih arasını hesap edince tam olarak 28 gün olduğunu görür. Yani hicri takvim aylarına göre mektuptaki “Bir ay sonra…” hükmü tam olarak gerçekleşmiştir.
(Kayn.:youtube.com/LFIPW7FZdgo)
İKİ MOLLANIN MÜRŞİD ARAYIŞI
M.Ferhat Yavuz, Molla Abdurrahman‘dan naklen anlatıyor;
Diyarbakırlı Molla Osman ve Molla Abdussamed adında, baba oğul iki tane molla vardı. Bunlar bir gün kendilerine mürşid aramak için yola düşerler. Duydukları mübarek zatları ziyaret ede ede, en son Serdahl Köyü’nde oturan Şeyh Seyda Muhammed Said Hazretleri’ni ziyaret etmek üzere, yolları Cizre’ye düşer. Cizre’de bir gece bir yerde kaldıktan sonra ertesi gün çarşıya çıkarlar.
Cizre’de çarşıda bulunurlarken bir kişinin, “Diyarbakır’dan Serdahl’a gelecek iki tane misafir bekliyorum, neredeyse gelsinler!”, diye bağırdığını duyarlar. Baba oğul mollalar bu çağrıyı üzerlerine alınmazlar. Çünkü onların ziyaret için Cizre’ye geldiğini orada kimse bilmemektedir.
Bağıran kişi ikinci defa aynı şekilde bağırınca, baba oğul onun yanına gidip kendilerinin Diyarbakır’dan geldiğini söylerler. O da, tamam deyip kendisini Şeyh Seyda Hazretleri’nin onları almak üzere gönderdiğini söyler ve yanında getirdiği iki tane ata bindirerek Serdahl Köyü’ne beraberce giderler.
Baba olan Molla Osman için bu keramet yetmiştir ama, kendince bir niyet daha tutar. Eğer oraya vardıklarında, Şeyh Seyda elindeki kendi bastonunu ona verirse artık onun hakkında hiçbir tereddüdü kalmayacaktır.
Dergaha vardıklarında Şeyh Seyda onlara, Molla Hacı Osman ve Molla Hacı Abdussamed hoş geldiniz!, diyerek isimleriyle hitapta bulunur. Daha sonra, Molla Osman’a bastonun güzelmiş gel değişelim şeklinde teklifte bulunuyor ve bastonlarını değişiyorlar. Yani Molla Osman’ın yoldaki ikinci talebi böylece yerine gelmiş oluyor. Molla Osman, artık başka bir şey beklemeden bu benim aradığım mürşid diyerek ona teslim oluyor.
Molla Abdussamed ise önce teslim olmayıp, bir alim gözüyle Şeyh Seyda’yı sünneti ve şeriatı yaşaması bakımından kontrol etmeye başlıyor. Kontrol ederken bir bakıyor ki, Şeyh Seyda’nın elinde yüzük olmadığını fark ediyor. Oysa yüzük takmak bir sünnettir ve bir mürşidin bunu yaşamaması büyük eksiklik olarak düşünmeye başlıyor.
O öyle düşünürken, bir ara Şeyh Seyda onu huzuruna çağırıyor. Şeyh Seyda ona; Bağdat’ta okuyan Kemal Arif isimli bir talebenin elindeki yüzüğü istediğini, yüzüğü ona verdiğini, yenisinin de yapılmakta olduğunu, yapıldığı takdirde tekrar eline takacağı, hususunda açıklama yapar. Bu açıklama üzerine Molla Abdussamed içinden böyle düşündüğü için çok utanır.
Yine bir başka defa, Şeyh Seyda’nın ayağında çorap ile namaz kıldığını görüyor. Şafii Mezhebinde çorapsız namaz kılmak daha efdal olduğundan, buna da bir mana veremiyor ve içinde bir tereddüt de oradan ortaya çıkıyor.
Şeyh Seyda yine çağırıyor ve ona; Ayakları ve dizleriyle ilgili üşütme ve hastalık dolayısıyla çorap giydiğini, bir kitap adını vererek, orada bir rahatsızlığı defetmek için çorap giymenin daha efdal olduğuna dair hüküm bulunduğu hususunda açıklama yapıyor.
Molla Abdussamed, bu açıklama üzerine, içinden geçirdiği bu tenkit için de, tekrar çok utanıyor ve artık, hiçbir şüphe ve tereddüt geçirmeden Şeyh Seyda’ya teslim olup talebesi oluyor.
(Kayn.:youtube.com/ wxTj5QL_qM4)
